18 Nisan 2012 Çarşamba

In Flames

In Flames herhalde bu müziği, bu hayat tarzını, müzik dinlerken hissettiğim özgürlüğü bana aşılayan en önemli gruplardan biridir. 2000'lerin başında keşfettim In Flames'i. Yaşadığım yer küçük bir yer olunca, haliyle albümlere ulaşmak o kadar kolay olmuyordu. İnternetin daha hayata tam olarak hakim olmadığı bu zamanlarda, bu müziği dinleyen herkes gibi ben de kaset olarak bu müziklere ulaşabiliyordum. İlk dinlediğim albüm sanırım Colony albümüydü. O kadar farklı bir atmosferi vardı ki, melodik death metal ne demek? O zaman öğrenmiştim. Melodik death metalin zehrini alan herkes gibi uzunca bir süre farklı bir tarz içinde olan şeyleri değerlendirmek ve algılamak gerçekten sıkıntı oluşturuyordu. Melodik death metalden daha iyi bir müzik türü olamazdı. Zaman geçtikçe her türün kendine has mükemmellikleri ve zayıf noktaları olduğunu öğreniyorsun. Bunun adı zaten "büyümek" oluyor. Büyüdükçe müzik zevkinin tabanındaki şeyler aynı kalsa bile, evrilerek bambaşka bir yere doğru sürükleniyor.




In Flames hayatın anlamını tanımlayan gruptu. Bir genç daha ne isteyebilirdi ki? Sonuna kadar enerjik, sonuna kadar cüretkar ve bir yerden sonra uzayla alakalı olmayan sözler. Evet "behind space" derin bir yaradır. In Flames diyince aklıma Jesper Strömblad gelir. Jesper küçük yaşta kemanla başlamış müziğe. Daha sonra metalhead dediğimiz insanların ruhunda saklı olan şey ortaya çıkmış ve gitara yönelmiş. 90'larda eski grubu olan Cermonial Oath'ı bırakıp, yan projesi olan In Flames'e odaklanmak istemiş. Bu yetenekli gencin elinde bir kaç şarkı varmış ve bir plak şirketine göndermişler bunları. Plak şirketi bir gün sonra ellerinde albüm çıkarmaya yetecek kadar şarkı olup, olmadığını sormuş. Elbette yalan söylemişler, elbette "var" demişler. İşte Lunar Strain'in doğuşu bu şekilde. Apar topar şarkıları yazarak albüme koyabilecekleri materyali sağlamışlar.




Lunar Strain piyasaya çıktığında çok fazla ilgi görür. Bunun sebebi çok açıktır aslında. Albümde şimdiye kadar duyulmamış katmanlı melodiler ve enteresan bir hava vardır. O yılları düşündüğümüzde, bunu başarmak cidden zordur. Jesper'ın dehası aslında burada ortaya çıkıyor. In Flames'in gelişimine baktığımız zaman omurgasında her zaman Jesper olmuştur. Subterranean'ın zamanı gelmiş ve bu sırada grup Nuclear Blast ile anlaşmaya varmıştır. Bu süreç başladığında grup elemanları In Flames'i Jesper ile yalnız bırakmayı seçmişlerdir. Burada melodik death metal konseptinin başka bir bakış açısını oluşturan, Dark Tranquillity'in vocalisti Mikael Stanne de gruptan ayrımıştır. Bu süreç çok enteresandır. In Flames'in şu anki kadrosunu oluşturacak temel taşlar bu dönemde In Flames'e katılmıştır. Anders Friden vocalleri üstlenirken, Björn Gelotte ise davullara geçmiştir. The Jester Race ve Whoracle albümlerinde, Björn normalde gitarist olmasına rağmen davulları çalmıştır. İleride daha farklı işleyecektir süreç ama Whoracle'a kadar Björn davuldadır. Anders'ın grubun vocallerini üstlenmesi, In Flames'i başka bir bütünlüğe sürüklemiştir. Mikael'in uzay konseptli şarkı sözlerini, kendi içselliği ve post kavramlar eşliğinde başka bir yere taşımıştır. In Flames bütün olarak alındığında, Anders'ın katkısı gözardı edilemeyecek düzeydedir. Özellikle vocallerinde kullandığı farklı yaklaşimlar, In Flames'in yeni bir kulvarda ilerlemesini sağlamıştır.










Whoracle sürecine gelindiğinde, grupta yine ayrılmalar olmuştur. Johan Larsso (Bass 1990-97) ve Glenn Ljungström (Gitar 1990-1997) grubu bırakmayı seçmiştir. Whoracle sürecinin ortasında olan grup, arkadaşlarının yardımıyla (Peter Iwers ve Niclas Engelin) albüm kaydını tamamlamışlardır. Başraılı Avrupa ve Japonya turnesinden sonra Niclas özel sebeplerden dolayı gruptan ayrılmıştır. Bu süreç aslında In Flames için verimli bir süreç olarak anlaşılabilir. Niclas'ın gitmesi ile boşalan gitarist koltuğuna, aslen gitarist olan Björn geçmiş ve davula Daniel Svensson geçmiştir. Bu değişimlerden sonra In Flames yıllarca sabit kalacak kadrosunu tamamlamış oldu. Whoracle albümün benim için özel bir tarafı vardır. Hayatımda ilk defa ciddi bir grup içinde vocalist olarak yer almam ve grubun Episode 666 şarkısını coverlamak istemesi. Bunu yapmak ya da üzerinde çalışmak cidden çok çok eğlenceliydi.








Yıl 1999'u gösterirken, In Flames ise Colony albümünün çalışmalarını bitirmiş ve bu albümü piyasaya sürmüştür. Bu albüm aslında In Flames'in dönüşüm sürecinde temel taşı olarak alınabilir. Sound olarak daha evrensel, melodik death metal anlamında ise daha yumuşak bir albüm karşımızda durmaktadır. Colony içindeki doluluk ve katmanlı melodilerin, modern zamana uyumlanmış halidir. Dinlemeye ilk şarkı ile başlayıp, enerjik atmosferi sonuna kadar koruyan bir albümdür. Bu albümdeki melodiler ile 5 tane grup kendine albüm çıkarabilir aslında. Benim açımdan bir kaç şarkı daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bunlar Ordinary Story, Pallar Anders Visa, Coerced Coexistance, Behind Space 99 ve Man Made God'dır. Özellikle Man Made God beşiktaş sahilinde gün batımını izlediğim, bambaşka dünyalara daldığım bir zaman dilimini içine hapsetmektedir. Denizin olduğu yerde In Flames dinlenir. Öyle bir enerjiyi içine hapsetmiş ki bu albüm, sonuna kadar cüretkar ve sonuna kadar insana huzur katan bir yanı var. Pallar Anders Visa albümün ortasında yer alan ve In Flames'den beklenmeyecek şekildeki bir geçişi tanımlayan ender parçalardan bir tanesi. In Flames hayatın tam ortasında ve neşeli zamanları kendine has melodiler ile tanımlıyor. İsveçli bir grubun, bu kadar sıcak bir atmosferi, soğuk bir ülkeden çıkarması ise gerçekten çok enteresan.







In Flames sabit kadro ile Clayman albümünü çıkardığında, milenyum çoktan olmuş ve beklenen kıyamet kopmamış.In Flames'i hayatının ortasına koyan biri, deprem niteliğinde bir materyal ile baş başa kalmıştır. In Flames 2000'lere kadar çabuk algılanabilen ama içine girmek isteyenler için inanılmaz katmanlı, melodik bir sistem geliştirmiştir. Bu sound o kadar net kafaya yazılmıştır ki, uzaktan duymak bile o zamanlar için In Flames'i ayırt edilebilir hale getirmiştir. Albüm benim için Pinball Map, Only For The Weak, Square Nothing ve aslen cover olan World Of Promises şarkılarının önderliğinde, harika bir iş olarak tanımlanabilir. Konu In Flames olunca, herkesin o melodik atmosfer içinde kendini daha iyi tanımlayan şarkıları olacaktır. In Flames fanları için çıta bu kadar yükselince, beklenti anlamında da yeni düşünceler ortaya çıkmaktadır. Bu beklenti ve In Flames'in evrilmesi fanlar arasında ister istemez bir uçurum doğurmuştur. Clayman'den sonra yapılan işler için eski In Flames ve yenisi ayrımı başlamıştır. İki ayrı dönemi tanımlayan bir durum aslında. Beğeni dediğim şey grubun kendini tekrar etmesi anlamında bir çok insanı mutlu edecek bir durumdayken, grup kendini başka bir arayış içinde tanımlamaktadır.








2001 yılına gelindiğinde, dünyanın diğer tarafında bambaşka olaylar olmaktaydı. Tüm grupların hayali olan Japonya turu, In Flames için çok verimli geçmişti. Bunu taçlandırmak için The Tokyo Showdown albümünü çıkardılar. In Flames tarihi için önemli zamanlardan biriydi ve ilk konser albümleriydi. Süreç bambaşka yollar alınca ve In Flames yeniliğin yüzü olduğundan sene 2002 ye gelindiğinde, In Flames çok büyük bir değişim yaşamıştı. Reroute To Remain albümü çıktığında ortalık sallandı resmen. In Flames artık melodik death metal konsepti içinde değerlendirilmeyecekti. Modern metal sahnesinin ve Amerikan müzik sahnesinin parlayan yüzlerinden birisi olacaktı. Bu süreci çok farklı değerlendirebiliriz. Eski In Flames'i bilenler için hüsran, In Flames'i bu yüzüyle tanıyan Amerikan piyasası için yenilik olmuştu. Fanlardan çok ağır tepkiler aldılar. Link-in flames, Sold out, In Flames We Trust gibi kavramlar şekillenmeye başladı. Eski fanlar In Flames'i satılmış olarak görürken, In Flames'i yeni tanıyanlar için In Flames bambaşka bir gruptu. Bu tavırlara In Flames elemanları aslında çok fazla aldırış etmediler. Durumun dikkat çekici olmasını ve fanlar arasında internette devam eden sürtüşmeleri, In Flames elemanları gülümseyerek karşıladılar. Grup elemanları Link- in flames ve Sold Out tişörtleri ile büyük sahnelerde gözükmeye başladı.




Bu süreç benim In Flames serüvenim için de farklı sonuçlanmadı. In Flames'in eski tarafını daha çok sevdiğim için yeni albümü ve konsepti kabul edemedim. Reroute To Remain'e adam gibi şans vermedim açıkcası. Yıllar geçtikten sonra şunu söyleyebilirim ki, böyle bir değişim sürecine giren bir grup için çok çok iyi bir çalışma. Durumu fanlar arasından alıp, In Flames elemanları açısından değerlendirdiğimde, eskiden yapmış oldukları müziği zirvesinde bırakıp, yeni şeyler denemeyi seçtiler. Aslında bu durum bir müzisyen için gelişimi ve yeniliği tanımlasa da, dinleyiciler için aynı şey olmayabiliyor. In Flames'in albüm satışları artmaya ve çok büyük sahnelerde binlerce kişiye ulaşmaya başladılar. In Flames'in büyümesi durmuyordu. Avrupa metal sahnesinden çıkan bir grup için Amerikan piyasası zorlu bir piyasa olsa da, In Flames bunun altından kalkmayı başardı. Oluşturdukları sound o kadar evrenseldi ki, Amerikan pisyasası, Mars piyasası ya da Pegasus galaksisinin piyasası için de durum farklı olmayacaktı.




Sountrack To Your Escape ile yeni dinleyiciye ulaşma durumunda kalırken, müzik için yeni şeyler denemekten de kaçınmıyorlardı. Sountrack To Your Escape turnesinin ayaklarından biri olan Rock Republic festivalinde headliner olarak yer aldılar. Türkiye In Flames'i ilk kez izlemiş oldu. Bu şanslı kitlenin arasında ben de vardım. Adamlardan imza alıp, yaptıkları müzik için teşekkür etme fırsatı buldum. İskandinav olmalarına rağmen inanılmaz sıcak insanlar. Belki bin kişiye imza verdiler ama yüzlerindeki gülümseme hiç kaybolmadı. Albüm imzalatmak gibi dinleyici için keyifli olan aktiviteler arasında yer almış olmak, beni ayrıca keyiflendiriyor. Anders'la sohbet ederken; bir şey çalıp çalmadığımı sordu. Extreme tarzda vocal yaptığımı öğrenince bana gülümsemesi ve bi kaç nasihat vermesi, herhalde benim için en keyifli detaylardan biri olacaktır. Björn ve Daniel da inanılmaz keyifli insanlar. Jesper tabi diğerlerinden daha farklı, daha donuk ve soğuk birisi, bunu çok da yadırgamadığımı söyleyebilirim. In Flames tarihinin en keyifli konserlerinden birini İstanbulda verdiler. Eski ve yeni parçalardan oluşan bir playlist ile insanlara çok keyifli anlar yaşattılar. Çok enteresan bir detay da şudur; In Flames sahneye çıktığı zaman bulutlar yavaş yavaş toplanmaya başladı. Cloud Connected ile açılışı yaptıklarında yağmur bir anda yağmaya başladı. In Flames tüm enerjisi ile sahnede çalarken, bir yandan başladıkları şarkı ile yağmur yağıyor ve sahne alevler içindeydi. Çok keyifli detaylardan biridir benim için.






Used And Abused ile dvd ortamlarına giriş yapan In Flames, dvd içindeki konserlerle, fanlarına teşekkür ediyorlardı. Bu süreçte In Flames daha da büyüdü. dvd nin içinde grup elemanlarını az çok tanıtan bir bölüm de vardı. In Flames Tv ile gündelik hayatlarını da görmüş olduk. Aslında beklediğimizden çok farklı değildi. Peter ve Jesper dışında sakin adamlar. Jesper daha fazla odaklanmış, Peter ise ortamlarda kopayım durumunda takılıyor. Gerçi bir dvd bölümünden tahmin yapmak pek doğru olmasa da, benim gözlemim bu yönde olacaktır. Anders, Daniel ve Björn gayet sakin tipler. İstanbul konseri öncesinde de grup elemanlarını gözlemleme şansım olduğundan, kendi adıma böyle değerlendirebilirim durumu.





Come Clarity ile Amerikan piyasasının göbeğine oturan In Flames, eski fanların da gönlünü almak ister gibiydi bu albümde. Eski ile yeninin harmanlanmış hali fena olmazdı ama In Flames bambaşka bir yolda ilerliyordu. A Sense Of Purpose ile yollarına bu yeni atmosfer eşliğinde devam ettiler. Bütün bu süreçler yaşanırken In Flames İsveçte kendilerine ait IF stüdyolarını kurdu. Restaurant işine bile girdiler. Bunlar tabi keyifli detaylar arasında. Bu durumlar In Flames'in omurgası sayılan birisi için sıkıntılı zamanları tanımlıyordu. Jesper alkol bağımlılığını abartarak rehabilitasyon sürecine girdi. In Flames konserleri devam ederken, Jesper dinlenmeyi ve bir süre uzak kalmayı seçmişti. Gerçek sebebi bilemesekte, In Flames cephesinden büyük bir haber geldi. Jesper alkol bağımlılığı yüzünden, grupla devam edemeyeceğini açıklamıştı. Jesper'ın In Flames'den ayrılması ile orjinal kadrodan geriye kimse kalmadı. In Flames cephesinden gelen açıklamada, Jesper'a In Flames kapılarının açık olduğu söylenmişti Bu süreçte Jesper yerine Niclas Engelin gitar sıkıntısını gidermişti.Bu sıkıntılı süreçler devam ederken In Flames, Sounds Of A Playground Fading albümünü çıkardı. Eski dinleyiciler için In Flames artık dinlenebilir bir grup olmaktan çıkmıştı. Yeni dinleyiciler ve Amerikan piyasası ise In Flames'in yeni üretimini çok sıcak karşılamıştı.




In Flames kullandıkları her detay ile eski-yeni dinleyici ayırt etmeden, müziğinin içine bir sürü şey katmış ve yenilikçi bir grup olarak, metal sahnesinde yerini almıştır. In Flames yolculuğuna devam ederken, biz de hayatımıza bu grubu sountrack yaparak, yaşam içinde keyifli süreçler yaşamaktayız. In Flames belki daha fazla değişecek, belki oturmuş kadrosu dağılacak, belki tamamen müziği bırakma kararı alacaklar, bunları tahmin etmek imkansız. Bu süreçler yaşansa bile In Flames yaptıkları müzik ile hafızalardaki yerini muhafaza etmeye devam edecek.





In Flames We Trust...




16 Nisan 2012 Pazartesi

Mastodon

İstanbul'da her şeyin kötü bir sürece bağlanmaya başladığı bir zamanda tanıdım Mastodon'u. Çok değişikti, çok enteresandı. Aslında ilk düşündüğüm şey ne kadar saçma olduğudur. Nedenine gelince çok basitti aslında. Yıllarca melodik death metal dinlemiş bir insanın, sludge özellikle progresif işlerin olduğu bir müziği anlaması zaten beklenemezdi. Bir kaç şarkı dinlediğim ile kaldım. Extereme şeylerin de çok abartılmaması gerektiğini düşünerek yoluma devam ettim.




Aradan uzunca bir zaman geçti. Tesadüf, klasörlerimi düzenlerken Mastodon'un Leviathan'ına denk geldim. Zaten canım sıkılıyordu ve dinlemekten bir şey olmaz diyip, ilk şarkıyı açtım. Daha önce bu albümü dinlemiştim ama dinlediğim albüm sanki bu değil, başka bir albümdü. İlk şarkı ilk riffi ile girdi. Blood and Thunder... Büyülenmiştim. Bu işte bir terslik vardı. Bu daha önce dinlediğim grup olamazdı. İkinci şarkıya geçemedim. İlk şarkıyı bir kaç kez, sonra defalarca kez döndürdükten sonra, bunun muhteşem bir iş olduğunu anladım. Adamlar sanat yapmışlar, müzikten öte bir şey yakalamışlardı. Daha önce de bu albümü dinlemiştim ama aynı şey değildi sanki. Bu adamların müziğinde bir büyü vardı. Daha sonra ikinci şarkı I Am Ahab çalmaya başladı. Bambaşka bir dünyadan bana seslenen büyülü notalar etrafımı sarmaya başlamıştı bile. Düşünecek çok fazla şey yoktu... Düşünmek derken çok fazla düşünecek şey vardı ama o durumda bu şarkılardan başka düşünecek şey yoktu elimde. Daha önce neden önyargılı davrandığımı bir türlü anlayamıyordum.



                                 


Üçüncü şarkı Seabeast başladığında ben bu dünyada değildim artık. Bu adamların yaptığı işi tanımlayacak kelimeler yoktu beynimde. Bir şeyler yeniliği tanımlamak için çırpınıyordu ama bunu anlamak çok da kolay değildi. Tüm dikkatimi bu albüme verdim. Elimden geldiğince anlamaya çalıştım. Henüz hepsini anlayabildim mi? Elbette hayır. Bu adamların müziği Tolkien'in anlattığı dünya ile buzul çağında mamutların yaşadığına benzer bir dünyaydı. Eskide kalmış ama hala merak ettiren bir dünya. Bunu anlayabilmek için üzerine çalışmak lazımdı. Bazen, bazı şeyler bilinç içinde devam ederken, bazıları bu bilincin dışına çıkar. Mastodon'un yaptığı işlerde biraz böyle isimlendirilebilir. Ne bu dünyanın içinde, ne de bu dünyanın dışında, sadece orada. Görmek isteyenlerin önünde ama göremeyecek gözlerden uzakta. Leviathan'de şarkılar arka arkaya dönmeye devam ederken, çok çok enteresan bir şarkı başladı. İsmi Aqua Dementia'ydı. O giriş melodisi o ilkellik, progresif yaklaşımlar ile başka bir forma bürünmüştü. Şunu anladım ki, bu adamlar ne yaptıklarını ya da yapmak istediklerini çok çok iyi biliyorlardı. Vocal konusunda ise çok enteresan bir yaklaşımları vardı. Gruptaki herkes vocal yaparak, çok katmanlı bir atmosferin oluşmasını sağlıyorlardı. Leviathan de bu öne çıkmasa bile, sonradan gelen albümlerde bunu daha net olarak görebilmekteyiz.




Mastodon müziği benim için Leviathan albümü ile başladı. Öncesine sonrasına bakınca, bu adamlar nereden başlamak istediklerini gayet iyi biliyorlardı. Müziklerinmin içinde sludge ögeler omurganın içine yerleşse bile, bu omurgada bilinmedik progresif ögeler çok net hissediliyordu. Yaptıkları iş, üzerine gittikleri formül, çok kolay bir şey değildir. Katmanlı bir atmosferi oluşturmak için bu durumu ve ruhu çok çok iyi anlamak lazımdı. Mastodon'un Leviathan'ını yeni yeni dinlemeye başladığım sırada Blood Mountain albümü raflarda yerini
 almıştı bile.





Dikkatimi en fazla çeken şeylerden birisi de, bu adamların albümlerde kullandıkları sanatsal figürler oldu. Çok farklı bir dünyanın anahtarı gibi olan bu görsellik, detaylar ile birleştiği zaman, Mastodon'un müziğini tamamlayan yegane yapı taşlarından birini oluşturuyordu. Tool albümlerinin kapakları gibi bir atmosfere sahiplerdi detaylarda ama kullanılan konsept çok daha ilkel zamanları içine alıyordu. Bu görsel şölen, yeni albümlerinde çok daha katmanlı bir hale geldi. Hala o görsellik içinde kaybolmak ve her albümde o görselliğin hazzını yaşamak mümkün.




Yazı biraz dağınık oldu ama Mastodon'u tanımlamak zaten normal ya da tekdüze kalıplar içinde olamazdı. Bunun en belirgin sebebi katmanlı bir müziği tanımlamanın zorluğunda aslında. Bir cümle yazdıktan sonra, aklına başka bir detay daha geliyor ve hepsini kaybetmek istemediğin için süreç seni ister istemez buraya taşıyor.




Mastodon'un Leviathan'i defalarca playlistimde döndükten sonra yeni albüm olan Blood Mountain'e bakma ihtiyacı hissettim. Şöyle bir detay da var ki; Mastodon Leviathan albümü için sıkı çalışmış ve klipler ile bu görselliği tamamlamıştı. Blood Mountain bu adamların konsept anlayışının yeni bir yansımasıydı. İlkellik burada da kendini göstermişti. Suyun 3 hali gibi Mastodon aynı konseptte devam ediyor gibi gözükse de, kullandığı materyaller ve elindekini ifade ediş şekli çok farklıydı. Katmanlı bir yapıda olayları değerlendirip, sözleriyle, vocalleriyle, davullarıyla ve özellikle sludge atmosferli gitarlarıyla çok enteresan bir tını yakalayabiliyorlardı. Burada nelerin döndüğünü anlamak cidden zor belki ama o atmosfer bambaşka içine girebilenler için.




Blood Mountain albümü The Wolf Is Loose ile açılışını yapıyor. Aklıma mağarada yaşayan insanların kemikleri kullanarak yaptıkları bir konsept gelse de, aslında şarkının içeriği çok fazla materyal ile dolu. Üçüncü şarkı olan Sleping Giant benim ilk dikkatimi çeken şarkılar arasında oluyor. Bu şarkıya güzelde bir klip çektiler ve şarkının yapısının ne kadar enteresan olduğu, yaratmaya çalıştıkları konsept ile daha fazla dikkat çekiyor. Bu anlattığım süreç ilk dinlemede ortaya çıkan, benim kafamda buna dikkat edilmeli dediğim şarkıları içeriyor aslında. Albüm genel havası ile mükemmel. Sıra 8. şarkıya geldi. Şarkının ismi Hunters Of The Sky. Şarkının yapısı ve yorumlanış şekli kafaya hemen kazınan şekilde. İçeride kirli vocaller ile süslenmiş ve deneyselliği kendi içinde barındıran harikalar ile süslü.




10. şarkı This Mortal Soil . Bu şarkı için söylenecek tek bir şey bile yok. Şunu demem yeterlidir sanırım. Büyülü ya da filmlerde gördüğüm cennet sahnelerinden birisi. Çok enteresan bir tınısı var. 3 sene boyunca telefonumun zil sesi olarak eşlik etti bana. O kadar derin ve çok fazla bağ kurulabilecek, içindeki kaosu net anlatan bir şarkı.




Mastodon müzisyenlik anlamında da çıtaları çok yukarılara çeken bir grup. Değişken beste yapıları çıtayı çok yukarıya çekiyor. Davullarda Brann Dailor denen bir dahi oturmakta. Mastodon'un derin atmosferi, bu adam olmasa sanırım bu şekilde yakalanamazdı. Crack The Skye albümündeki Oblivion şarkısının girişindeki vocalleri de bu amcamız yapmakta. Vocal konusunda grupta bir sıkıntı yok açıkcası. Atmosferine göre adamlar, bu işin altından hakkıyla kalkıyorlar. Gitarlarda Bill Kelliher veBrent Hinds görev almakta. Brent enteresan işlerin adamı grupta. Enteresan rifflerin ve geçişlerin yazarı kendisi oluyor. Bill ise grubun heavy metal konseptine yaklaşmasını sağlayan adam. Grubu heavy metal sahnesinde dikkat çekecek bir yere bu adamın yaklaşımı da getiriyor. Bass da ise Troy Sanders var. Leviathan deki vocallerin çoğunu bu abimiz yapsa da, yeni albümler geldikçe Brent, Bill ve Brann'de bu işin içine kendilerini sokuyorlar. Sebebi şu aslında; bu adamlar yeni materyaller ile biraz daha çıtayı yükseltince, değişken vocaller ile şarkılar hem daha katmanlı, hem de daha derin bir atmosferin içide bu şekilde harmanlanabiliyor.




Mastodon'a çok yakından göz attığımız zaman, Mastodon çoklu ve derin algıların gelişebildiği bir grup. İşledikleri mevzular ve yaklaşımları ile Mastodon'un müziğine benzer ya da aynı atmosferi yakalayabilen başka bir gruba rastlamıyoruz. Bunu becerebilmek cidden çok çok zor. Sludge sahnesine baktığımız zaman bu adamların formülleri ve sanatsal bakış açılarını başka bir grupta görmek şu an için imkansız. İlerledikleri yolda yalnız ve özgürce ilerliyorlar. Mastodon ismi de çok dikkat çekici aslında. Müzik ve isim uyumuna baktığımız zaman, Mastodon bu işi çok iyi becermiş gibi gözüküyor. Bu detay üstüne detay, detay üstüne detay durumu, Mastodon'u yeri doldurulamaz bir grup haline getiriyor. İçinde yaşadıkları dünya ile yansıttıkları dünya aslında birbirinden çok uzak gözükmüyor. Mastodon dvd'lerini izleyen birisi, bu müziği yapan adamlara dikkatli baktıklarında, "evet, bu müziği ancak bu adamlar yapabilir." diyecekdir.




Mastodon her albümde çıtayı biraz daha yukarıya taşıdı. Crack The Skye albümünü piyasaya sürdüklerinde, heavy metal basını albümü hangi kategoride değerlendireceklerini bulamadılar. O kadar fazla esinlenme ve o kadar fazla konsepti içinde barındırıyordu ki, müzik dünyasındaki insanların bile tanımsal anlamda kafalarını çok karıştırdı. Dinleyiciler için bir şey diyemiyorum. Albüm onları bu dünyadan aldı ve M.Ö 15 000 ya da daha ötesine götürerek, buzul çağından örnekler toplattı ve mağaralara resimler çizdirtti. Konsept albüm olayında Mastodon çok iyi olduğu için ellerindeki elementsel yaklaşıma devam ettiler.




Crack The Skye albümü için öne çıkan bir şarkı örneğini vermeyeceğim çünkü, her şarkı kendine ait bir atmosferde tınlıyor. Bunu da başardıktan sonra Mastodon bambaşka bir grup haline dönüştü. Ellerindeki materyalleri çok çok iyi kullanarak, çıta olarak tanımlanan şeyin aslında orada olmadığını, Mastodon'un tarzların dışında bir iş yaptığını daha net anlattılar. Bu grubu hem şarkı yapıları, hem sözleri ve hem de yarattıkları atmosfer ile parçalayarak değerlendirmek lazım ama bunu yapmak yerine sadece keyif almak yeterlidir diye düşünüyorum.




En son albüm olarak The Hunter'ı çıkarttılar. Sebebini bilmediğimiz şekilde The Hunter çok alelacele çıkan bir albüm oldu. Çok kısa zamanda albüm çıkarmak ve turlamak istediklerini açıkladı Mastodon cephesi. Eskiden kaydettikleri ve kenarda duran riffleri yeniden yorumlayarak bu albümü çıkarttılar. Kapak tasarımı için bile farklı kişiler ile çalışarak The Hunter piyasaya düşmüş oldu. Crack The Skye'nın yarattığı atmosferden çok daha uzakta yer alan bir albüm olarak değerlendirilebilir The Hunter. Bazıları sevdi, bazıları pek fazla keyif almadı ama Mastodon'un da kendine göre haklı sebepleri vardır, bunu bilemiyoruz elbette. Biz sadece dinleyici kısmında olayları değerlendiriyoruz. Crack The Skye'dan sonra benim çok fazla haz aldığım bir albüm olmadı The Hunter. Belki içine çok fazla giremediğim için bende böyle yansıdı ama Crack The Skye dinlerken adam döven bir albüm olduğu için The Hunter daha hafif bir atmosferi tanımladığından, biraz daha geri planda kalan bir albüm oluyor benim için. Mastodon yaptıkları işte usta olan bir grup. Yaptıkları işi en güzel haliyle sunan bir grup, o yüzden sonraki albümleri ile Crack The Skye atmosferinin de üstüne çıkacaklarına inanıyorum.




Mastodon çok kolay tanımlanamayacak, tarzlar üzerinde bir grup. Sludge ve progresif atmosferleri sevenler için, inanılmaz bir kaynak. Bir anlamda dipsiz kuyu gibi gözüklen Mastodon müziği, çok katmanlı atmosferi ile içine girilmesi kolay olmayan bir müzik. İçine girebilen şanslı kitle için, bambaşka atmosferleri içinde barındıran bir grup. Her detayı sonuna kadar düşünülmüş ve nakkaş gibi işlenmiş, eserlerin sahibiler. Bunu anlamak için cidden zaman gerekiyor. Başka bir dünya arayanlar için Mastodon çok enteresan bir müzik yapıyor. Katmanlı, kaotik, düşünsel, derin ve ilkel bir sound arayanlar için Mastodon tadılması gereken bir grup. Zaman geçtikçe atmosferi sizi daha fazla saracaktır. Son olarak Blood and Thunder şarkısından bir dörtlük ile Mastodon atmosferinin nasıl bir şey olacağına dair ipucu verelim.

"I think that someone is trying to kill me
Infecting my blood and destroying my mind
No man of the flesh could ever stop me
The fight for this fish is a fight to the death."